yukari
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 1/5 - 1 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Istiklâl Marsi'nin Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü (12 Mart)
#21
(07-03-2010, Saat: 17:35)raybak yazdı: Bu ne ya Mustafa Kemal ATATÜRK'te o hastaliktan ölmüstü Saskin

Evet ayni hastaliktan ölmüsler.. Ban
www
Cevapla
#22
Atatürk ve Mehmet Akif birbirlerine darginlarmis Aglaelsalla
Cevapla
#23
Atatürk'ün Gözüyle Mehmet Akif Ersoy...



Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Âkif’in siiri için“Istiklâl Marsi’nda istiklâl davamizi anlatmasi bakimindan büyük bir manasi olan misralar vardir. Benim en begendigim yeri de burasidir” diye konusmustu...
Istiklâl Marsi’ni yazmasi için yapilan tekliflere Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin kazandigi takdirde mükâfat almamayi kabul eden mektubundan sonra Akif Bey de katilmistir. 1920 yili sonlarinda yazilan mars ilk defa Sebilürresad’in bas sahifesinde yayinlaniyordu. Siir birden bire bütün vatan sathinda bir iman rüzgâri gibi dolasti. Taceddin dergâhinda Ankara’nin en heyecanli günlerinde yazilan bu mars için “büyük bir milleti asirlarca ayakta tutacak kadar kuvvetli misralarla örülmüstür” deniyordu. Mars o yillarda hemen hemen bütün isgal altindaki topraklarimizda gizlice bestelenmis ve okunmustur. Bilhassa Izmir’deki bestesini Zati Araca yapmis ve o yillarda Izmir’de notasi da basilarak okunmustur. Isgâl altindaki Istanbul’da da Vakit Gazetesi isgal sansüründen “Siir” basligi altinda gizleyerek yayinliyordu. 1922’de de yine Istanbul’da Zeki Üngör’ün yaptigi beste bugün resmen söyledigimiz bestesidir. O yillarda isgali protesto için yayinlanan ve millî ruhu besleyecek millî heyecani ayakta tutacak “mefkûre kartlarinda” hep bu marsin misralari yer almaktadir. Kuvayi milliyetin posta pullari dahi bu marsin misralariyla süsleniyordu. Mars gerek o günlerde ve gerekse sonraki yillarda Almanca Ingilizce Macarca ve Fransizca’ya da tercüme ediliyordu. Türk ordularinin bütün savaslari sirasinda subay ve askerlerimizin sehitlerimizin ceplerinden bu siir çikiyordu. “Istiklâl Marsi’nin sesi düsmandan Izmir’i alan büyük kuvvetler arasinda” sayiliyordu. Nitekim Türk ordularinin Izmir’e dogru yürüyüse geçtikleri siralarda Izmir’e girdigimizde Edirne’nin kurtulusunun beklendigi günlerde hemen bütün gazetelerin bireksi sahifeleri bu marsin misralariyla doludur. Yine 1921 yillarinda Ankara’da bu mars için bir beste yarismasi açiliyordu. Daha sonralari yenilenen bu beste yarismasinda besteye girecek misralari seçerek ilân eden bir komisyon kurulmustu. Bu heyetin seçtigi misralari begenmeyen Mustafa Kemal’in bir gün ansizin gelerek katildigi bir toplantidaki sözleri oldukça önemlidir. O toplantinin zabitlarindan Mustafa Kemal’in bu konusmasini aynen aliyorum:
“... Bu mars bizim inkilâbimizi anlatir. Inkilâbimizin ruhun anlatir. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lâzimdir. Istiklâl Marsi’nda istiklâl davamizi anlatmasi bakimindan büyük bir manasi olan misralar vardir. Benim en begendigim yeri de burasidir:
“Hakkidir hür yasamis bayragimin hürriyet
Hakkidir Hakk’a tapan milletimin istiklâl”
Benim bu milletten asla unutmamasini istedigim misralar iste bunlardir. Hürriyet ve istiklâl aski bu milletin ruhudur. Tarihe bakin: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. Fransa Ingiltere Roma vilâyeti olmuslardir. Almanya Hun eyaleti devresi geçirmistir. Roma Imparatorlugu’nun üzerinde kuruldugu Italya Napolyon’un tâbii olmustur. Ispanya; Arap sonra Fransiz idaresine girmistir. Dünya tarihinde fasilasiz hürriyet ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmis bir millet vardir: Türkler Bati tarihinin millî kahramani Versengetoriks kendisi talim ederek hemserilerini kurtarmistir. Bizim ona tekabül eden kahramanimiz hürriyetini kaybedecegini anlayinca nefsini atese vermis ve küllerini bile düsmanina teslim etmemistir. Iste Türk budur. Istiklâl Marsi’nin bu pasaji asirlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ve agyâr anlamalidir ki Türk’ün Mete hikâyesinde oldugu gibi herseyi hattâ en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir fakat hürriyeti asla... Bu pasaji ve her vakit tekrar ettirmek bunun için lâzimdir. Bu demektir ki efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulamaz!...”
Istiklâl Marsi’nin kabulünden ve yayinlanmasindan kisa bir müddet sonra Kurtulus Savasi’nin ve bütün Türk tarihinin en aci safhasi basliyordu: 10 Temmuz 1921’de saldiriya geçen Yunan ordusu çok hizli bir gelismeyle ilerliyordu. 13 Temmuz’da Afyon düstü. 17 Temmuz’da Kütahya ve agustosta Eskisehir Yunanlilar’in eline geçti. Halide Edip o günleri anlatirken “Ankara her an düsebilir” diye kaydeder. Gerçekten Ankara’da düsmek tehlikesiyle karsi karsiya bulunuyordu. Ankara halki akin akin Kayseri Kastamonu ve Sivas yollarina üsüsmüstü. Devlet merkezinin bile Kayseri’ye hattâ Sivas’a nakli hazirligi baslamisti. Mehmed Âkif bir çözülmeyi önlemek için bu düsünceye siddetle karsi çikiyordu. Gerçekten de hiç bir zaman Ankara’dan ayrilmadi.
Millî sair ile son röportaj

Türk edebiyatina son devrin çok güzel siirlerini hediye eden büyük sair Mehmet Âkif vatandan onbir senelik bir ayriliktan sonra tekrar aramiza kavustu. Fakat Istiklâl Marsi’nin millî his millî heyecan ve millî siir yaratan bu büyük sairi Âkif yurda hasta döndü. Simdi hastanede tedavi altindadir. ‘Yedigün’ muharriri Âkif’le konustu. Onun yurttan ayri yasadigi günlerdeki hatiralarini intibalarini topladi.
Günün birinde sessiz sedasiz yola revan olarak vatan ufuklarini asan sair Mehmet Âkif tam onbir yil süren bu uzun seferin sonunda iste bembeyaz bir hastane odasinin bembeyaz bir yataginda solgun mecalsiz bitap yatiyor. Basucundaki sandaleyeye oturdum. Ak killarin çerçeveledigi bu sapsari yüze bu gevsemis sarkmis çizgilere bu yorgun ve dalgin gözlere bakiyorum: Zaman denen seyin kudretini hayat denen efsanenin sirrini bilmek istiorum sonra yavasça soruyorum:
- Özledin mi bizi üstat?...
Dudaklarini hiç kipirdamasaydi hiç ses çikarmasaydi bile bu zehir gibi gülümsemesiyle her seyi söylemis olurdu:
- Özlemek mi oglum...
Bu acinin büyüklügünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu sonra kesik kesik konustu;
- “Misir’dan üç gecede geldim... Bu üç gece otuz asir kadar uzun sürdü... Orada onbir yil kaldim... Fakat bir an oldu ki onbir gün daha kalsaydim çildirirdim...
- Hasret...
Kupkuru dudaklarindan kendi gibi solgun bir ses siziyor:
- ... Çok aci...
- Ya kavusmanin seveksi?
- Onu sorma oglum... Onu ben kendi kendime bile sormuyorum... Ancak yazik ki vapurdan çikar çikmaz yataga düstüm hiç bir sey göremedim.
Ve kendi kendine söylüyor:
- Cennet gibi yurdumdayim ya... Çok sükür.
Hastaligi akla geliyor;
- Karacigerim dalagim sismis... geldik yattik burada. Müsahede altina aldilar bakalim ne olacak?
Eski hatiralarini desiyorum. Millî mücadelenin ilk günlerinde Ankara Istasyonu’nda karsilasisimizi hatirlatiyorum.
- Evet... -diyor- Istanbul’dan mücahede aleyhine fetva çiktigi gün ayrilmistim. Üskürdar’dan araba ile simdi ismini hatirlamadigim bir köye gittik oradan ‘Cuma’yi tuttuk. O zaman Adapazari’nda karisiklik vardi kenardan geçtik kâh öküz arabalari ile kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulastik... Ankara... Ya Rabbî ne heyecanli helecanli günler geçirmistik... Hele Bursa’nin düstügü gün... Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik asla yese düsmedik. Zaten baska türlü çalisilabilir miydi? Ne topumuz vardi ne tüfegimiz... Fakat imanimiz büyüktü.”
Yorgun susuyor...
- Istiklâl Marsi’ni nasil yazdiniz?
Yavasça yataginda dogruluyor yastiklara yaslaniyor sesi birden canlaniyor:
- Dogacaktir sana vaadettigi günler Hakk’in!...
Bu ümitle imanla yazilir. O zamani düsünün... Imanim olmasaydi yazabilir miydim. Zaten ben baska türlü düsünüp baska türlü yazanlardan degilim. Bu elimden gelmez. Içimde ne varsa bütün duygularim yazilarimdadir... Su var ki Istiklâl Marsi’nin siir olmak üzere bir kiymeti yoktur. Ancak tarihî bir degeri vardir.”
Ve gözleri yemyesil Sisli sirtlarinda dilinde bir dua gibi ayni nagme titriyor.
“Kim bilir belki yarin belki yarindan da yakin...”
- Ya büyük zafer üstadim... O anda ne duydunuz?
Kalbi durmus gibi sarsiliyor sonra bir anda yeniden canlanmis gibi nereden geldigi bilinmez bir isikla gözlerinin içi gülerek...
- Ah... Diyor.
Ve bir lâhza birakiyor kendini bu essiz seveksin koynuna.. Daliyor.
Ve sesinin ta içten dudaklarina dökülüsünü seziyorum:
- Allahim ne muazzam zaferdi o!... Ortalik hercü merç oldu... Bes alti saat içinde bir baska dünya dogdu.
Tekrar gözlerini yumuyor:
- Ve biz mest olduk!...
- O zaman birsey yazmadiniz mi?
- Artik benim ne düsünecek ne duyacak ne yazacak hattâ ne yasayacak takatim kalmisti. Bizim dilimiz tutulmustu. Ordu bizzat yaziyordu.
Üstadi ziyarete gelenler görüsmemize ikide bir fasila veriyorlar. Hastabakici hemsirenin getirdigi yemek tepsisi odayi bir parça bosaltiyor simdi o agir agir çorbasini içerken bir yandan da benimle konusmak nezaketini gösteriyor:
- Misir’da nasil vakit geçirdiniz?
- Kahire’nin yirmibes kilometre cenubunda Helvan vardir. Sakin âsude bir kösedir. Orada oturdum.
Zaten tab’an münzevi bir adamim. Gürültüyü sevmem Istanbul’da iken de böyle idim. Misir’da da Darülfünunun isi çikincaya kadar Hilvan’da yasadim. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
-Sevdiniz mi Misir’i?
- Var güzel taraflari var... Bilhassa kisin.. hos yazin da sicak iklimlerde bulundugum için muztarip olmazdim. Orada sicak da sürekli degildir evler de ona göre yapilmistir. En sicak günlerde odalarin harareti yirmisekiz otuzdan fazlaya çikmaz. Fakat bir yaz günü Istanbul... Bu dogup büyüdügüm bütün dostlarimin yasadiklari Istanbul hele Bogaz gözlerimin önüne gelince...
- Misir’da neler yazdiniz?
- Geçmisten adam hisse kaparmis... Ne masal sey! Bes bin senelik kissa yarim hisse mi verdi? “Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alinsaydi tekerrür mü ederdi?
Ve üstadin Helvan’da yazdigi “Firaunla yüzyüze”sinden su son parçayi aliyorum:
Bileydin ey koca Misirin ilâhi uryani!
Mezara heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat? Meramin oysa heder:
Evet bütün beserin hakkidir beka emeli
Fakat bu hakki ne tastan ne lesten istemeli!
- Kolay mi yazarsiniz?
Dudaklarina götürdügü bardagi yana çekerek:
- Hayir!.. Diyor.
Ve suyunu içtikten sonra devam ediyor:
- Çok ugrasirim... Epi çalisirim... Mevzuu uzun boylu kafamda islerim... nihayet kâgit üzerine naklederken de hayli yorulurum.
- Zevklerinizi sorabilir miyim üstadim?
Hafifçe gülümsüyor. Ve “zevk” diye dünyada birsey var mi der gibi yüzüme bakiyor:
- Zevk mi?... Benim zevklerim mi?... Eger sevdigi eserleri okumak hoslandigi mevzulari yazmak için ugrasmak nihayet düsünmek yapyalniz bir köseye çekilerek sessiz sedasiz düsünmek bir zevkse... Eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasindan baska birseye el sürmeyen saire hastabakici hemsire yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor;
- Siz yorulmayin... ben vereyim....
- Yiyemeyecegim...
- Bir parça sütlâç...
- Mümkün degil.. Rica ederim israr etmeyin.
Ve bana dönüyor:
- Eskidenberi yemekle basim hos degildir... Sigara da içmem... Simdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar... zorla ne olur ki yemek yenebilsin?
Tekrar yatagina geçince ben de vedaa hazirlaniyorum. Ve ayaküstünde soruyorum:
- Ya son yaziniz?
- Misir’da geçen sene bir resmimi çekmislerdi... Günesli bir hava idi. Gölgem de upuzun kumlarda duruyordu. Bu resmin altinda söyle yazmistim:
Hepsi göçmüs hani yoldaslarinin hiç biri yok
Sen mi kaldin yalniz kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramin yola serdirmezler
Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.
Ve kupkuru kalin dudaklar birbirine yapisiyor.
Mustafa Kemal Atatürk
www
Cevapla
#24
M. Fehmi Reyhan 'dan M.Akif Ersoy'un Ölümü...

Alti ay evvel Istanbul rihtimina yanasan vapurun merdivenlerinden süzülen bir gölgeyi birdenbire taniyamamis, dikkatle yüzüne bakinca, büyük bir faciayla karsilastim. Midhat Cemal ‘eyvah’ dedi. Bu eyvah içime isledi. Bu görüntü M. Akif’e aitti. Üstad hakikaten erimisti. Ama memleket havasinin onu düzeltecegine inaniyordu. Ölümünden üç gün evvel, yakin bir akrabayi ziyarete getirecegimi söyleyince:
- Hayir getirme! Insaallah ben kendimi toplar toplamaz, kendisini görmeye gidecegim, dedi. Bu ümidini sonuna kadar muhafaza etti.

Ilaç almalarinin disindaki zamanlarda da bunlari yapti. Ancak, sihhati de gün geçtikçe bozuluyordu. Durumunun agirlasmasi üzerine köske degil Beyoglu’ndaki bir apartmana misafir edildi. 26 Aralik’ta durumu düzelir gibi oldu. Memleket meseleleri hakkinda sorular sorar, konusmalar yapar durumdaydi. 26 Aralik 1936 saat 19:30. Durumu iyi. Neseli, her zamankinden daha saglikli bir görüntüsü var. Misafirlerden sonra kizi ve esiyle görüsmüs. Saat 20:10’da durumu agirlasmis. Yasadigi krizlerden biri gelmis. Bu kriz nefes alip vermesini öyle zorlastirmistir ki dayanilmaz bir hal almistir.

Kur’an okunmaya baslanmistir. Kur’an’la beraber son nefesini verdi, dünyevi izdiraplardan kurtuldu. Pehlivan, dag gibi, duygusu da, fikri de coskun ve büyük insan M. Akif erimis, erimis ve iyi bir kul olmaya çalistigi Rabbine kavusmustu.
www
Cevapla
#25
Paylasim için tesekkürler. Allah daima nurlar içinde yatirsin...


Others can only loves but I can die for u
Cevapla
#26
M.Akif Ersoy'dan Anilar..


Mektep Arkadasinin Çocuklari


Baytar mektebindeyken, sinif arkadasi Hasan Efendiyle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardi, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarina kalan bakacakti. Bunu bana anlattigi siralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yasli olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardi. Içimden güldüm. Kendi kendime düsünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanidirlar fakat yas ilerleyip de insan hayata karisinca... Akif:
- Ne düsünüyorsun? Dedi.
- Hiç. Dedim.

Aradan yillar geçti. Mesrutiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah'i, Ziraat Naziri, derecesini indirerek baska yere kaydirdi. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye'de ziraat okumustu. Ona karsi bu haksizlik reva miydi? Bu öfke o kadar fazilet: Erdem, mukavele: Sözlesme, umumen: Bütünüyle, seci-ye: Karakter, Müdüriumumi: Genel Müdür siddetliydi ki, anliyordum, kendine ait olmayan bu haksizliktan Akif kendi aleyhine bir netice çikaracakti. Nasil ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindekî memuriyetinden istifa etti.

Beylerbeyi'ndeki evinde kendi yagi ile kavruluyordu. O sirada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittigim için de ögle yemeklerine ondaydim. îstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye basladim: Evin istirabi o derece belliydi.
Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alirlar malûmdur. Evde sekiz kisilik bir kiyamet kopuyordu. Akif'in bes çocuguna katilan bu üç çocugun komsudan gelmis ufak misafirler oldugunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artik karsilasmam sandim. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada ayni kiyamet kopuyordu. Akif de buna katlaniyordu. Bu üç çocugun gelisi, Akif'in çocuklarina da fazla hürriyet vermisti.

Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanagini hincimdan çimdikler gibi sikarak, Akif e sordum:
- Kim bu yavrular?
Akif cevap vermedi.
Odaya girince, bu üç istirabini, bu misafir çocuklarini Akif’le takilarak tebrik ettim. Akif in yüzü degisti:
- Misafir çocuklari degil, benîm çocuklarim! Dedi.
Üç bes haftada üç çocugu nasil olurdu?
- Hasan Efendi öldü de..Dedi; ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanin bakacagi çocuklardi, rahmetli Hasan Efendinin çocuklari. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdigi sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.

Mithat Cemal KUNTAY
www
Cevapla
#27
M.Akif Ersoy'dan Anilar...

Söz Namustur

Akif için kelimelerin mefhumu tek, bu mefhumlarin rengi tekti. Renkler kalin çizgilerle ayrilmisti. Birinin nerede baslayip ötekinin nerede bittigi belli olmayan ve bir mefhuma girmis iki renk onun dünyasinda yoktu. Bir isin takribenligi onun gözünde yalan kadar çirkindi. Kirmiziya pembe diyorsaniz cürümdü, ona dörtte gidecek de dördü on geçe gitmisseniz, geç kaldiginiz bu on dakika kabahatti. Bundan, o, kocaman bir namus mefhumu çikariyordu. Ben de bu iri yari namusa bazan kiziyor, bazan gülüyordum. Treni kaçiramazdiniz: Namusa mugayirdi.
Mesrutiyetin ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yagdi. O gün Akif in hazzetmedigi seyler islemedi. Araba, tramvay, simendifer ve vapur... Çapa'daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Ögle yemeginden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapi çalindi; fakat... Akif Bey gelmisti! Biyiginin yarisi donmustu. Sasirdim. Nasil geldigine hayret ettim:

Beylerbeyi'nden nasilsa Besiktas'a bir vapur islemisti. 'Bu kadar mi? dedim. Tabi ki bu kadardi. Ve tabi ki Besiktas'tan Çapa'ya isleyen bir sey yoktu; ancak bunu sormaya lüzum yoktu; çünkü Besiktas'tan Çapa'ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben sastikça Akif de benim hayretime sasiyordu:
Gelmemem için kar, tipi kâfi degil, vefat etmem lâzimdi. Çünkü gelecegim diye söz vermistim.
Insanlarin birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir sey olmasi, o gün beni ürküttü.
- Akif, dedim; sen eger verilen sözün manasini bu türlü anliyorsan bana izin ver de ben bu türlü anlamayim. Benim verdigim sözün siddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!
- Ben böyleyim! dedi.
- Ben de böyleyim! dedim.
Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Dedigini gibi onun gözünde ne karayel firtinasi, ne diz boyu kar mazeret-i mesrua degildi.

Mithat Cemal KUNTAY
www
Cevapla
#28
M.Akif Ersoy'dan Anilar...

Avrupalinin Gerçek Yüzü

Sinirlerine dokunan bir misra vardi:
Milletim nev'-i beserdir, vatanim rûy-i zemin! (Insanlik milletimdir, yeryüzü vatanim) Bu misrai okudugum gün aci aci gülerek;
-Sen de bu yalana inaniyor musun? Bir Avrupalinin nev'-i beserinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dahildir saniyor musun? Dedi. Sonra tuhaf bir sey anlatti:
-Umumî Harpte biz üç kisi Berlin'e gittigimiz zaman Alman Hükümeti bize ne dedi bilir misin? Türklerle ittifak ettik diye Rayistak'ta Katolik mebuslar bagiriyorlar, Müslümanlar ve Türkler gibi vahsîlerle medenî Alman milleti nasil birlesir? diyorlar. Makaleler yaziniz da Türklerin ve Müslümanlarin da insan olduklarini bu adamlara karsi ispat edelim. dedi.
-Acayip! dedim.
-Bundan daha acayibi var! dedi; yine ; Umumî Harpte Viyana'da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanlari çalmaya basladi; otelin penceresinden baktim; caddede her elde bir mum, herkes haykiriyordu. Kendi kendime: Müttefikimiz Viyanalilar galiba cephede bir muzafferiyet kazandilar. dedim. Sokaga firladim. Bir dükkânciya:
-Bir zafer haberi mi var! dedim.
Adam:
-Zafer de söz mü? dedi. Ingilizler Müslümanlardan Kudüs'ü aldilar: Ingiliz ordusu Allenby'nin kumandasinda Kudüs'e girdi. Mukaddes sehir aydan kurtuldu, haça kavustu. Ve Akif bunu anlattiktan sonra gözlerime dik dik bakti:
-Milletim nev'-i beser, vatanim rüy-i zemin! Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti:
-Biz bu yalana inanirsak, ne milletimiz kalir, ne rûy-i zeminimiz! Avrupa'nin nev'-i beserinde ben
yoksam, benim nev'-i beserimde de o yoktur.

Mithat Cemal KUNTAY
www
Cevapla
#29
Akif Türk Olarak Yasadi

Evet, ona tam bir Islâm sairi diyebiliriz. Kuvvetli, imanli, atesli bir Islâm sairi! Fakat, Türk daima basta kalmak sartiyla. Dört lisani edebiyatiyla bilen Akif, Türk olarak yazdi, Türk olarak düsündü, Türk olarak yasadi ve nihayet Türk olarak öldü.

Akif'in bir vak'asini hatirlarim: Ilk millî kaynasma ve savaslarda üstat Balikesir'e gelmisti. Onun samimî arkadaslarindan biri Gönen'e teskilât kurmaya gitmisti. Dönüsünde o arkadas dedi ki:
- ( )'ler Türklere cefa ediyorlar. Millî teskilâti bogmaya çalisiyorlar.
Akif'in o zaman hiç düsünmeden, kükreyerek verdigi cevap sudur:
- Orada bir Türk Ocagi açiniz ve mücadele ediniz!
Akif'in beraberinde bulunan Istanbul'dan gelen bir kisi, Üstat, sizi Türkçü görüyorum. demek istedi. Akif'in agzindan alev gibi su kelimeler çikti:
- Ya ne zannediyorsun? Türk'e hiçbir kavmin horoz olmasina tahammül edemem!


Hasan Basri ÇANTAY
Âkifname, s. 225, Istanbul 1966
www
Cevapla
#30
Esref Edip Anlatiyor;

Akif'in Misir'daki Yasayisindan Sahneler

Hâlvan'daki Yuvasi
Misir'da Kahire'den uzak bir köye, Hâlvan'a çekilmisti. Orada münzevi denecek bir tarzda yasiyordu. Haftada iki gün Kahire'ye iner, darülfünundaki dersini okutur, dersten çikar çikmaz hemen trene atlar, Hâlvan'a dönerdi.

Bazen Prens Halim Beyin dairesine ugrar, Imameddin Beyi ziyaret eder; bazen de Ezher'e gider, orada pek sevdigi Yozgatli Ihsan Efendinin odasinda oturur, Türk talebe ile birlikte çay içer, sohbet eder, geç kalmis gibi hemen kosa kosa Hâlvan'a dönerdi.

Kisin Abbas Halim Pasa Hâlvan'a gelince daima onunla görüsür. Kahire'de Prens Halim Beyi ziyaret eder, onlarin sohbetinden büyük zevk alirdi. Bir de Hâlvan'da onun çok sevdigi bir dostu vardi: Abdülvehhab Azzam. Ahlâki da irfani gibi yüksek olan bu aziz dost da, onun için büyük bir varlikti.

Fakat yaz geldi mi artik görüsecek kimse kalmaz, büsbütün inzivagâhina çekilirdi. Ara sira Ezher'deki birkaç Türk talebe onu ziyaret eder, onlarla hos vakitler geçirirdi. Yalniz son zamanlarda bir yaz Iskenderiye'ye, bir yaz Antakya'ya, hastaliginda da Lübnan ve Antakya'ya birkaç aylik seyahat yapabildi.


Sehir Onu Bunaltiyordu
Sehirde dolasmaktan, kalabaliktan, insanlardan çok sikilirdi. Ben 1932'de ilk Misir'a gittigini zaman Kahire'nin görülecek yerlerini bana göstermek için birkaç saat sehirde kalisi onu âdeta bunaltiyordu.

Büyük bir izaz olmak üzere, birlikte Ezher'i, müzeyi. Darülfünunu, Hayvanat bahçesini, büyük camileri gezdik, ehramlari gördük.

Bir cuma günü de Misir'in, belki de Islam âleminin en mümtaz, en güzel okuyan hafizi, Seyh Muhammed Rifat'i dinledik:
- Bir de buranin en meshur muganniyesi Ümmü Gülsüm var, onu da bir gece sen gider, dinlersin, dedi.
Görüyordum ki üstat sehirde bunaliyordu. Kahire'de biraz fazla kaldik mi, çok sikiliyordu. Geçirdigi münzevi hayat onu büsbütün sehirden uzaklastirmisti.


Hatimle Teravih
Eve döner dönmez hemen entarisini giyer, abdest alir, namaz vakti ise namazini kilardi. Inziva hayati, senelerce Kur'an tercümesi ile mesguliyet, onu takva sahibi yapmisti. Kur'an'i su gibi ezber okurdu.
- Allah'a hamdolsun, demir hafiz oldum derdi. Simdi Ramazanlarda teravihi hatimle kildiriyorum.
- Hangi camide?
- Camide degil, evde. Bizim oglan (Tahir) cemaat oluyor, ben imam, beraber kiliyoruz. Birkaç rekât sonra, bakiyorum, Tahir arkamda yok. O kadar dayanabilmis. Artik ben hem imam hem cemaat oluyorum.


Dayanikli Müslüman
Müderris Ihsan Efendi anlatiyor: Bazi Ramazan geceleri biz de üstada cemaat oluyorduk. Yanlissiz okuyordu.
- Üstat, hakikaten siz demir hafiz olmussunuz, derdik.
- Evet, derdi. Ben bunu Hocama da yazdim. Dedim ki: Ben Kur'an'i himmetinizle takviye ettim. Simdi hatimle teravih kildiriyorum. Bana dayanikli Müslüman gönder.


Sakin Geçen Zamanlari
Üstat Misir'a hicret ettigi zaman iki sene kadar Abbas Halim Pasanin misafiri oldular. Pasanin Hâlvan'daki büyük sarayinin karsisinda küçük bir kösk var. Orasi üstada tahsis olunmustu. Üstat orada çok sakin, müsterih bir hayat geçirdi. (Firavunla yüz yüze) siirini orada yazdi. Bu siirini Abbas Halim Pasanin refika-i muhteremeleri Prenses Fahrünnisa Hatice Hanimefendi Hazretlerine ithaf etti.

Burada geçirdigi senelerin, hayatinin en sükûnetli zamanlari oldugunu üstat daima söylerdi.
Sonra ailesini de Misir'a götürünce ayri bir ev kiraladi. Hâlvan'in bir kösesinde, sahra yaninda bir evcegiz
www
Cevapla




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi