yukari
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Kore'de Bir Türk Pilot Muzaffer ERDÖNMEZ
#1
Good 
Kore'de Bir Türk Pilot Muzaffer ERDÖNMEZ

[Resim: th20155b26invader200yz7.jpg]

1950-1951 yılının çetin kış aylarında Çin Komünist Güçleri savaşa girdikten sonra, 452. filonun kayıpları artmaya başladı. Havada ve yerde Çin Komünist Güçleri’nin tecrübeli silahçılarının vurduklarına ilave olarak hava şartları da kayıpları hızlandırıyordu.

Benim filom olan 729 uncu “Kurtlar” filosunda Çin Komünist Güçleri’yle muharebeye girdikten sonra 5 şehit ve 7 uçak kaybetmiştik. Bir keresinde uçuş ekibinden bir pilot uçuşta bilmeden Çin Komünist Güçleri’nin geliştirdiği birkaç tuzaktan biri olan kabloya çarpması sonucu şehit verdik. Şimdiye kadar mevcut ekibimiz hiç değiştirilmemişti. Bu konuda çok konuşulmasına rağmen özellikle uçuş ekibimize yansıyan bir rotasyon ne yazık ki gerçekleşmemişti.
Uçuş ekibindekiler kendi adlarını her gün Uçuş Ekibi / Uçuş Saati / Uçak Durumu Tablosu’nda görürlerdi. Ekibin uçuş saatleri ve sorti saatleri II. Dünya Savaşı’ndaki uçuş saatleri ve sorti sayısını geçince ekipten, rotasyon isteyen sesler daha fazla duyulmaya başlanmıştı. Rotasyonu çağrıştıran hiçbir şey ortada yokken acaba rotasyon olacak miydi?

Soğuk bir Şubat günü “Viç üs harekat odasına girdi. Bu benim için tam bir sürprizdi. Hem de ne sürpriz! Kısa, güçlü yapılı vücuda sahip genç adam benim masama kadar gelip selam verip söyle tekmil verdi: “Kıdemli Üsteğmen Muzaffer Erdönmez, 1943-130, Pilot, Türk Hava Kuvvetleri, Emir ve Görüşlerinize Hazırım.”
O zaman elbette bunların hepsini anlayamadım. İngilizcesi benim alışık olduğum bir aksan değildi. Kelimeler dişlerinin arasından kırpılmış olarak çıkıyordu. Üzerindeki giysileri de oldukça yıpranmış görünüyordu. Daha sonra öğrendiğime göre bütün elbisesi üzerindekilerden ibaretti. Türk Üsteğmen masamın iki adim önünde hazır ol vaziyetinde beklerken Türk Birliği’nin Kore’de savaştığını hatırladım. İstihbarat brifinginde Türk Tugayı’nda 5,000 kadar kişinin 1950 Kasım’ında nasıl savaştığından bahsedilmişti. Kore’de Kunuri çarpışmalarında Amerikan 2. Tümeninden ayrılan Türk Birliği, Çin’lilerin beklenmeyen saldırısı karşısında geri çekilmeyi reddetmiş ve şiddetli kayıplar vermişti. Üsteğmen Erdönmez de şahsen “Geri Çekilmem” diyen Türk gururunu görüyordum.



-“Üsteğmen, sen görev için geldiğini mi söylüyorsun?”

-“Evet efendim”

-“Ne çeşit görev Üsteğmen?”

-“Uçuş görevi efendim. B-26’larinizla savaşmak için geldim.”

Gözlerinde farkettiğim o ışıltının daha da arttığını düşünüyordum. Ayrıca bunu söylerken kendine güveninin daha da arttığını düşündüm.

-“Yanında Form-5 ve emirlerini getirdin mi? Uçuş durumunu incelemek istiyorum.”

-“Hiçbir şey getirmedim efendim.”

-“Hiç uçuş tecrüben yok mu?”

-“Hayır efendim. B-26’larda çok uçuşum var. Ama hiçbir yazı ya da doküman yok.”

Bu kadarı benim için çok fazlaydı. Ama yeni bir uçucu personele sahip olma düşüncesi fikirlerimin netleşmesine yardımcı oldu. Bu gönüllü pilotun odamdan dışarı çıkıp gitmesine izin veremezdim.

-“Lütfen otur Üsteğmen.”

-“Hayır efendim. Teşekkür ederim.”

-“Madem oturmuyorsun, rahatta bekle. Ben hemen döneceğim.”

-“Evet efendim.”

Erdönmez, rahat pozisyonuna geçmedi ama yinede biraz rahatlamış görünüyordu.

Ben hangarın öbür tarafındaki irtibat subayının yanına gittim. Ama 452. filonun ne filo komutanı ne de yardımcısı Binbaşı Kamanski filodaydı. İrtibat subaylarımızdan Yüzbaşı John Rumbaugh’a bize takviye gelen personel hakkında emir olup olmadığını sordum. O da üzerinde çalıştığını, Grup’a sorduğunu konunun Tokyo’daki büyükelçiliğe kadar gittiğini ancak bir bilgi alamadığını söyledi. Ben de ona sözlü emrin yeterli olacağını söyledim. O da bunu onaylar anlamında ses çıkarmadı. Yüzbaşı Rumbaugh birliğimizin en iyi irtibat subayıydı.

Benim o sabah olanlardan haberim yoktu. Türk pilot ile ilk karşılasan Astsubay Del Hasting sabah olanlar hakkında şunları anlatmıştı:

“Ben hangarın sonundaki büromda dışarı bakarken alışılmadık bir şey gördüm. Bizim arkadaşlarımızdan bir kaçı yer personeli gibi görünen birisiyle konuşuyorlardı. En azından bana öyle geldi. Bende merak ettim ve yanlarına gittim. Yer personeli sandığım kişi kendini, Muzaffer Erdönmez, Kıdemli Üsteğmen, Türk Hava Kuvvetleri, Birleşmiş Milletler komutası, 8 inci Ordu Karargah çalışanı olarak tanıttı. Hikayesini anlatırken eşyalarının yanında duruyordu. Beş tane torbası vardı. Orta seviyede İngilizce konuşuyordu. Kore’den cepheden geldiğini ve oradaki Türk Tugayı’yla birlikte çarpıştığını anlatıyordu. Türkler 25 inci Piyade Tümeni’ne bağlı olarak savaşıyorlardı. Üsteğmen bize birlikte çalıştığı piyade subaylarıyla ilgili fikirlerini anlatıyordu. Söylediğine göre “Kore’de ön saflarda çarpışan çılgın piyadeler hayatlarını her gün riske atıyorlardı.” Ben ona ne istediğini sordum. O da “Ben pilotum, uçmak istiyorum” dedi. “Ben küçük rütbeli bir astsubaydım ve ona elbette bir uçak tahsis edemezdim. Ona Yarbayı beklememiz gerektiğini söyledim.”

“Yarbay Art Reaume bu aralar Kuzey Kore’de bir yerlerdeydi. İrtibat Subayımız John Rumbaugh yerinde değildi. Aslında her zaman yerinde olurdu. Astsubaylar Jack Reynolds ve Gene Hoffman yemeğe gitmişlerdi. Üstlerim geldiğinde hepsine teker teker problemi anlatacaktım.”

“Üstlerimin böyle bir problemi çözmede pek de maharetli olmadıklarını anlayacaktım. Yarbay Reaume bombardıman görevinden döndükten sonra, biz problemi ona devrettik, ya da devrettiğimizi sandık. Her şeyden önce Yarbay komutanımızdı ve bütün problemleri çözerdi. Doğru değil mi?”

Bakalım öyle mi oldu?

“Yarbay, Türk üsteğmen ile görüştüğünde hiçbirimizin farkına varmadığı bazı şeyleri ortaya çıkardı; birincisi Üsteğmen’in hiç parası yoktu ve uzun zamandır yemek yememişti. Yarbay bana dönüp “astsubay, Üsteğmen’i Maliye kısmına götürün ve yeterli miktarda para alın, bir şeyler alıp karnini doyurabilsin.” diye emir verdi. Güya ben problemi komutana devretmiştim ama bu gene benim problemim olmuştu. Yarbay’a usulca normal şartlarda uygun formlarla bile para almanın çok zor olduğunu hatırlattım. Yarbay bizi, “yapabileceğiniz ne varsa yapın” diyerek Maliye’ye yolladı. Komutanın Jeep’iyle Türk Üsteğmen ile birlikte Maliye’ye vardık.

“Bu noktada 452nci Bombardıman Filosu’nun çok profesyonel olduğunu ve çalışanlarla çok iyi is ilişkilerimin olduğunu belirtmeliyim. Bu problemle ilgili olarak benim temas kuracağım kişi Başçavuş Bob Musk idi. Sanırım herkes bu durumun nasıl gelişip bu noktaya geldiğini biliyordu. Bana söylendiği gibi yapmam gerekeni yaptım ve problemi tekrar

Yarbay Reaume’ya iade ettim.”

“729. Bombardıman Filosu’nda, Sam Amca’nın üniformasını sürekli giyen birçok subay vardı. Bu Türk subayı da kendi Hava Kuvvetlerinde bu haklara sahipti. O çok kişilikli ve bizim subay ve astsubaylarımız tarafından saygı gören biriydi. Bizim subaylarımız Üsteğmen için yardım toplamaya başladılar. Kırk yıl sonra hatırladığım kadarıyla bu 300 dolar civarında bir paraydı. Üsteğmen Erdönmez, kendisi hakkında bir karar verilene kadar 729 uncu Filo’da çalışmaya başladı. Amerikan Hava Kuvvetleri’nin uçuş tulumu giyiyordu ve Türk Hava Kuvvetlerine ait rütbe işaretlerini taşıyordu. Rütbeleri altın yıldız seklindeydi.”

Tekrar ofise dönersek, bizim yabancıya şüphe ve saygıyla karışık söyle bir baktım. Belki B-26 Invader’leri harpte uçurabilirdi ama bunu bana ispatlaması gerekirdi.

Sonraki otuz dakikada Üsteğmen’in hikayesinin en azından bir kısmını öğrendim. Bu hikayelerin çoğu oda arkadaşları ve diğer arkadaşları tarafından duyuldu. Arkadaşlarından öğrendiğim kadarıyla Muzaffer “Vic” diye çağırılmak istiyordu. Bu arada çok arkadaşı olduğunu da belirtmeliyim. Beraberinde getirdiği eşyaları canvaş bezden yapılma torbalar içinde 45 kalibre Thomson marka bir tabanca, 45 kalibre yarı otomatik makineli ve birkaç yüz adet mermiden ibaretti. Bizimle olduğu sürece torbasını daima ranzasının altında muhafaza etti.

Vic’in anlattığına göre, Amerika’da uçuş eğitimi aldıktan sonra Türkiye’de B-26’larda uçmuştu. Miho’ya gelişinden altı ay evvel Kore’deki piyade birliğine katılmış ve cephede çarpışma hattında bilgilere ilk elden ulaşma imkanına sahip olmuştu. Anlaşıldığına göre birliğine İleri Hava Kontrolörlüğü ve tercümanlık yapması amacıyla gönderilmişti.

Netice olarak biz fazladan bir pilota sahip olmuştuk. Bizim beklediğimiz bir pilot olmasa bile , Vic bizim Uzak Dogu’ya geldiğimizden bu yana etrafımızda gördüğümüz tek yeni yüzdü. Vic’in kabiliyetinin ne olduğunu öğrenmek zamanıydı. B-26 larda uçuş kontrollerine başlamadan önce yapmamız gereken bazı şeyler vardı. 40 nolu emir gereği bizlere verilen Hava Kuvvetleri İkmal Birliği’nden tüm malzemeleri (uçuş tulumu, iç çamaşırı, çorap vs.) Vic için de aldık. Vic’in tek ihtiyacı bir nolu üniformaydı.

Birde maddi konuyu çözmeliydik. Vic’i tanıyan herkesin söylediğine göre Vic, bırakın toplanan 300 doları almayı hiçbir şekilde bir dolar dahi almazdı. Geçekten çok gururlu, mağrur bir kişiydi.

Vic’e yardım işini organize eden Fisher ile birlikte çalışan Dick Leebrick’ti. Yardım kampanyası sırasında çok hassas davranmıştı. Paraları topladıktan sonra, Dick sahte bir maaş bordrosu hazırlayıp, Türk Devleti’nin gönderdiği maaş olduğunu söyleyerek Vic’e imzalattı. Güya Tokyo’daki Türk elçiliği aylık 12 dolarlık maaşın yanında giysi vs. ihtiyaçları için 300 dolarlık bir tahsisat göndermişti.

Üsteğmen Erdönmez, boyu ortalamadan biraz kısa, sportif yapılı, kuvvetli bir vücut yapısına sahipti. Hiç şüphe yok ki O, olimpiyat madalyalı şampiyon bir güreşçiydi. Bütün bunlar O’nun mavi üniforma içine girmesini zorlaştırıyordu. Dick Leebrick, Vic için para toplama ve maaş bordrosu düzenlemenin yanında, Tokyo’ya gidip üniforma ve ihtiyaçlarını karşılaması için seyahat emri düzenledi. Geri döndüğünde Vic satın aldığı üniformayı giyiyordu. Elbise üzerine tam oturmuştu. Omuzlarındaki yıldızlar parlıyordu. Hiç kimse Hava Kuvvetlerinin mavi elbisesini bu kadar gururla giymemişti.
Vic’in daha önce B-26’larda Harbe Hazır bir uçucu olduğunu gösteren hiçbir uçuş kaydı olmadığından, dikkatli bir şekilde üst makamların izniyle hareket etmeye karar verdik. Bu şampiyon güreşçinin agresif bir pilot olmasını umuyorduk. Bizi hayal kırıklığına uğratmayacaktı. O’nu bir dizi testlerden geçirdik; stall ve tek motorlu egzersizler, bir dizi iniş kalkış çalışmaları, touch-and-go ,maksimum güç ile kalkış gibi. Vic’i silahçı pozisyonunda da denedi.

Harekat subayı yardımcılarından Russ Barnen, Vic’in silahçı pozisyonundaki performansını ölçmek için görevlendirilmişti. Barnes, yetenekleri ve bilgisiyle herkeste saygı uyandıran bir pilottu. Barnes sınava tabi tuttuğu pilotları O.K. ya da uçamaz seklinde değerlendirir fazla ayrıntıya girmeyi sevmezdi. Vic ile uçuşundan sonra konuşmamız su şekilde oldu:

-“Nasıl gidiyor Russ?”

-“O iyi bir pilot”

-“Nasıl yani? Ne yaptı uçuşta?”

-“Uçuşunu izledim.”

-“Nasıl?”

-“Bilmiyorum ama ben bu VIC'in uçuşuna hayran kaldım.”

Daha sonra da Vic hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için seyrüsefer subayı olarak ayni uçuşta bulunan Bob Stonner’a sordum. Bob’un değerlendirmesi şöyleydi:

-“Vic’i çok iyi tanımıyorum ama, sana sunu söyleyebilirim: O, bizim düşmanlarımıza şahsi kini olan çok kararlı bir asker. Saldırılarına hedefini tamamen tahrip edene kadar devam ediyor. O’nun sakin hali bu durumunu görmemizi engelliyor.”

-“Ben kariyerim boyunca birçok pilotla uçtum ve göğsünde böylesine ateş taşıyanı hiç görmedim.”

Bu kadar yıl sonra, hala O’nun kendine olan mutlak güvenini hatırlayabiliyorum.

Harekat subayı olarak, Vic’i hedef bölgesine götürüp ilk olarak harekat usullerini gösterip sonra da yanına oturup bana ne yapacağını göstermesini izlemek benim görevimdi. Benim bilgilerimi de kontrol etmek bakımından, Vic başka pilotlarla da uçtu. Ben onun bizim radyo konuşmalarını ve düşman bölgesi üzerindeyken uyguladığımız harekat usullerini anladığından emin olmalıydım.

İlk olarak kol uçuşu ile ilgilendim. Genellikle kol uçuşu başlarında yükselirken ve Japon Denizinde bulutlar üzerinden geçerken bir buçuk saat boyunca yapmamız gereken çok az şey vardı. Bu noktada her zaman yaptığımız kuyruk sallama işaretini yaptım. Bu, alçalma esnasında kol uçuşu yerinden açılıp, koldakilere biraz rahatlama ve çevreyi daha iyi görebilme imkanı verecekti. Bu sinyale Türk güreşçi hariç herkes uydu. Biraz öne eğilerek, Erdönmez’in çenesini ve ışıldayan gözlerini görebiliyordum; yüzünde gülümseme vardı, evet gülümsüyordu! Kim bilir kaç Çin’li yada Kuzey Kore’li asker süngünün yanlış tarafında onun yüzündeki bu gülüşü görmüştü?

Her şartta ne olursa olsun Türk askerinin inatçılığını gösteriyordu; geri adim yok, geri çekilme yok. Birkaç kere “uzaklaş” işareti vermeme rağmen bu Türk uzaklaşmıyordu. Muhabere subayım da bunu farketmiş ve dahili hatta “Yüzbaşı, koldakinin kanatları benim gözüme girecek neredeyse “ diye beni uyarmıştı.



Bu arada Joe Farber’den de bahsetmeliyim. İtalyan asıllılar arasında Joe’nun yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı; Japoncayı İtalyan aksanıyla ve malum İtalyan mimik ve el kol hareketleri yaparak konuşurdu. Filoda dörtlü koromuzda bas sesiyle şarkı söyler ve daha önemlisi armonika çalardı. Filomuzda seyrüsefer subayı olarak görev yapardi ve bombardımanlara katılırdı.

Bir güneşli öğleden sonra Kuzey Kore’den görev dönüsü Inchon’da Deniz Kuvvetleri gemilerinin üzerinden geçerken, armonikasıyla dahili hatta melodiler çaliyordu. Ben onu emergency guard kanalına aldım. Bu kurallara elbette aykırıydı. Sanırım denizcilerde bunu sevmişlerdi. Joe’nun bir sonraki parçası “California, Here I Come!” idi. Buralarda kimlerin “Kaliforniya’lı” olduğunu herkes biliyordu.

Miho kuleyi arayıp Bati-Doğu alçak geçişi için izin istedim. Telsizde ben bunları söylerken, fonda armonikadan yayılan “California, Here I Come” şarkısının melodileri geliyordu. Bu uçuştan sonra bu şarkı bizim filonun şarkısı oldu.

Joe Farbe’nin seyrüsefer ve bombardımancı olarak görevinde çok iyi olduğunu biliyordum. Ama bu son Norden bombardımanında 100 feetlik köprüyü üzerine çullanıp bombalayınca isinde essiz olduğunu kanıtlamıştı.

Bizim bu uçuşumuzdan sonra General Sweetser bizim dördümüzün birlikte uçmamızı ve birlikte kalmamızı istedi. Oda arkadaşlarım bu şekilde değişmiş oldu.

Vic’in hikayesini anlatırken Joe Farbe’den bahsetmem alakasız görülebilir. Bu iki kişiyi de tanıyanlar ilgiyi kolaylıkla kuracaklardır.

Üsteğmen Muzaffer Erdönmez’in uçuş sırasında ve genel tavırlarında görülen hiddetli davranışları, kesinlikle onu spordaki hareketlerine de yansımıştı. Biz Vic’in güreşte olimpiyat bornz madalya sahibi olduğunu öğrenmiştik.

Vic’in nişancılığı hakkında söylediklerini dinleyen filonun en iyi üç nişancısı onu sportmence ördek vurma yarışmasına davet ettiler. Ve bahisler başladı. Vic’in parasal durumunu bildiklerinden başlangıçta miktarlar makul düzeydeyken sonlara doğru çılgınca yükseldi. Aralarında Joe Farbe’nin de olduğu dört kişi, bir ördek sürüsüne rastladılar. Bir an bu güzelliği seyretmek için duraksadılar. İşte tam bu sırada herkes Vic’in tüfeğinden çıkan iki el silah sesi ile irkildi. Kimse buna hazır değildi.

Şoktan kurtulan Bill Tonne ilk konuşan oldu.

-“Allah aşkına Vic! Ne yaptın?” Senin bu yaptığın hiç de sportmence değil!

-“Sportmenlik mi? Boşver onu. Ben öldürmek için ateş ederim.”

Spor ya da her ne içinse beş tane ölü ördek suyun üstünde yüzüyordu. Şaşkınlık içinde kalan üç kişi bahis parasını Vic’e ödediler. O gün başka da atış olmadı. Bu Vic’i filoda üstün duruma getirmişti.

“Öldürmek için ateş etmek”. Aslında savaşın temeli de buydu elbette. “Sen onlara ateş etmezsen onlar sana ateş ederler.” Bu vecizeyi insanlar savaşarak, yasa¤¤¤¤¤ öğrendiler. Ayni durumun en ilkel silahlardan günümüzün ileri teknoloji ve yıldız savaşları için de ayni olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla beraber Üsteğmen Erdönmez’in düşmana ateş etmesi filomuzda yerleşmiş bir usul değildi. Belkide farkımız, Vic’in atalarının yüzyıllardır savaşçı bir ruha sahip olmalarıydı.


Vic’in savaştaki düşünce tarzını uçtuğu B-26 yi uçuşundan sonra kontrol edince anlamıştım. Kore’deki demiryollarını kullanılamaz ve kısa sürede tamir edilemez hale getirmek için 8 bin feetten süzülerek dalıp 1000 feetten bombalıyorduk. Mesafemiz hafif silahların menzili dışındaydı ve etkili ve güvenli bir görevdi.

Bir gün Vic B-26 sının burnunda çok sayıda 20 mm lık kurşunların hasarıyla döndü. Buna rağmen uçağı çok iyi bir şekilde indirdi. O aksam oda arkadaşı Bill Tonne ye vuruldukları görevle ilgili neler olduğunu sorduğumda, Bill, Vic'in “O... çocuklarının bana ateş ettiklerini gördüm. Ben de onları haklayana kadar üzerlerine daldım.” dediğini, " ve gerçekten Vic'in çetin ceviz olduğunu" söylüyordu.

Öğretmen pilot Virge KUNS uçuş sonrası ERDONMEZ' in sigarasını yakarken.

Bu olaydan iki hafta kadar sonra Üsteğmen Erdönmez buna benzer bir görevde düştü. Son görüldüğünde kendisine gelen uçaksavar ateşini takip ederek hedefe doğru ters uçuyordu. Daha sonra kaza yeri incelendiğinde kurtulan olmadığı anlaşıldı. Kazada kaybettiğimiz diğer kişiler şunlardı: Astsubay Robert L.Allred (Silahçı), Yüzbaşı Joseph L. Farbe (Seyrüsefer subayı), bas sesli ve armonika sahibi.
Kaza haberi 729 uncu Filo hangarına ulaştığında ortalığı bir sessizlik kapladı. “Artik armonika sesi yok” sesleri duyuldu. Başka bir konuşma olmadı. Sadece sessizlik.

Üsteğmen Muzaffer Erdönmez Birleşmiş Millet’lerin Güney Kore, Pusan’daki anıt mezarlığında yatmaktadır. Savaşa katılan ve Çin ve Kuzey Kore’lilerle çarpışan on altı ülkenin bayrakları şehitlikte dalgalanmaktadır. Üsteğmen Muzeffer Erdönmez 28 yaşındaydı. Fotoğrafları Hava Kuvvetlerinde her tarafına asıldı. Milli kahraman ilan edildi.

Ruhu şad olsun.

Kaynak / Source

Just Feel Better
www
Cevapla
#2
Galiba çok uzun diye okumak zor geliyor. Olsun en azindan Muzaffer Erdönmez gibi birininde oldugunu bilmeniz bile yeter.

Just Feel Better
www
Cevapla
#3
Paylasim için tesekkürler. Smile
www
Cevapla
#4
Emegine saglik. Evet en azindan Muzaffer gibi pilotlarimizin olmasi sevindirici.
[Resim: 10.gif]
www
Cevapla
#5
Tesekkür.
Cevapla
#6
Yok okuyoruz neden ki? Smile Elbette okuyacagiz emege saygi! Tesekkürler. Smile
Cevapla




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi